HAKİKATA BİR PENCERE

Kesinlikle bilinmesi gerekir ki;  nübüvvet insanlık için takdir edilmiş, hayır ve kemâlâtların -insan  kabiliyetlerinin yaratılış gayelerindeki kemale ulaşması ile birlikte, istida kabiliyetlerinin  da manevi bir inkişaf  ve ulviyete yükselişi özü ve hülasasıdır.
        İnsanlığa ihsan edilen külli hayır ve kemâlâtlar bir peygamber eliyle başlamış
ve diğer peygamberler eliyle de devam etmiştir…  Nasıl ki, عَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَاۤءَ كُلَّهَا 1 -A“Âdem’e bütün isimleri öğretti. ”(Bakara-31)
Hazret-i Âdem’in melâikelere karşı  hilâfet kabiliyetinin üstünlüğü sağlayan, esmanın talimidir; bu durum, bize uzak, 
ilgisiz ve başka bir alemde yaşanmış küçük bir hadise gibi görünse de, aslında bütün insanlık için, ademoğulları hakkında ezelde hükmedilmiş umumi ve Rahmani bir takdirdir.
      “Nev-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki semâvât ve arz ve dağlara karşı Emânet-i Kübra’yı haml davasında bir rüchaniyet vermiş.” –30.söz-  ifadesi emaneti göklerin, yerin ve dağların değil de insanın yüklenmesi meselesiyle yakından ilgilidir. 
Nitekim, Üstad Bediüzzaman bu Onuncu Söz’ün On Birinci Hakikati’nde, bu büyük emaneti, insanın yüklenmesindeki “istidat”ı ile izah etmiştir.
        
İnsanın câmi istidadı ona şu üç sahada inkişaf imkânı sağlamıştır: Ulûm, fünun ve maarif. Bilindiği gibi fünun (fenler) kâinatın fiziki yapısıyla ilgili ilimlerdir; fizik, kimya, botanik, jeoloji, astronomi gibi. Ulûm ifadesinin biraz daha metafizik boyutu vardır. Meselâ, ilahiyat, tarih, edebiyat gibi ilim dallarının konusu fizikî âlem olmadığından onlara “fünun”  denilmez.
          
Yâni, insan bu istidadı sayesinde emaneti yüklenmiştir. Maarif denilince, öncelikle en büyük ilim olan marifetullah anlaşılır. Allah’ın isimlerini, sıfatlarını, fiillerini ve esmâ tecellilerini tanıma konusunda insana verilen  kabiliyet, meleklerden çok yüksektir.
Marifetullaha varmak için Şeriat temelinden, sünnetin hayata ihyasına, Oradan Şeriatın  mana hikmet ve hakikatine yol bulmak lazımdır
         “İşte böyle bir insanın o yüksek ruhunu ve istidadlarını genişletip yükselterek, kalbi ferahlandıran,, iman ile ibadettir; meyillerini arındırıp temizleyen ve hakka yönlendiren, ibadettir;
         Emellerini gerçekleştirip başarıya ulaştıran  ibadettir; fikirlere kapı açıp, hakikat çizgisinde tutan, ibadettir; bedeni ve nefsi istek, duygu ve ihtiyaçlarını sınırlandırıp helal dairesinde tutan yine ibadettir; görünen ve görünmeyen uzuvlarını ve duygularını kirleten vesvese ve cehaleti yok eden, ibadettir; (İşarat’ül-İ’caz)
          Râbbi’l Âlemin her mü’min için  bir makam ittihaz etmiştir.(Kuds-î Hadis) Mü’mini  takdir edilen bu makama yetiştiren, ibadettir Kul ile Rabbi arasında en yüksek ve en latif olan nisbet, ancak ibadettir. “İşte bu sırdandır ki; Dünyada da ahirette de, İbadet şahsî kemalâta sebeptir. ” (İşarat’ül-İ’caz)
        “İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir.” hakikatinde  zaman, mekan,
 arkasında yol alınan rehber de  kişinin ihlas bütünlüğü kadar önemlidir.
         Meselâ;  Zaman hac mevsimi, mekan Mescid-i Haram’sa, mürşidi Kur’an,
Önder Resullallah ( asm) niyeti ve gayesi tam bir ihlas, dostu huvvet  ise; bu imanın güzelliğinin ve bereketinin hesabını ancak Alemlerin Râbbi olan  Allah bilir.   
        Fıtri olarak insan, şahsi ve cemaat ibadeti ile de bir anda kâinatın en önemli misafiri en kıymetli bir reisi oluyor. İnsanın bu makama çıkmasında, insanların iman ve itikad birliği, yani birlik ruhu ve birlik şuuru ve cemaatle yapılan  ibadet ferdi feraizden evladır elbet. Cenab-ı Halık Zariyat suresinde, “Ben insanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.” buyuruyor.
       
Mücerred olma hususunda ise Cemaatle yapılan ibadette  birlik sırrı ile, kâinat içinde bir zerre gibi zayıf, küçük bir mahlûk olan şu insan, ubudiyetin azameti cihetiyle yerlerin ve göklerin kıymetli dostu, salih bir kulu,  kainata halife , mahlukata Kumandan ve Yaratıcının kelamına muhatap olmakla EŞREF-İ MAHLUK makamına oturur.
“Kim Allah’a ve elçisine itaat ederse işte onlar, Allah’ın nimet verdiği peygamberler,
sıddîkler, şehidler ve salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır.” (Nisâ, 4/69)
“Ellezine-onlar ki…” tabiri, onların insanoğlunun karanlıklı yolu içinde elmas gibi parladıklarına işarettir ki,
onları  talep etmeye ve aramaya lüzum yoktur.
Onlar, herkesin gözü önünde hazır olduklarını temin eden bir yüksek şan ve şerefe  sahiptirler.
         “Aleyhim-kendilerine” deki “âla-yani üzerine” tabirlerinde enbiyaya yükletilen risalet ve teklif yükünün pek ağır olduğuna ve sahraları faydalandırmak için yağmur, kar ve fırtınaların şiddetine mâruz kalan yüksek dağlar gibi, peygamberler de ümmetlerini feyizlendirmek için risaletin tebliğinde birçok  zahmetlere ve belâlara mâruz kalmışlardır.
        Demek ki ufak bir musibetten vaveyla eden bizlerin, o musibetin ya imtihan olduğunu veya ,sabır şartıyla, manevi bakımdan mertebe katetmek olduğunu bileceğiz.  

MEHMET NURİ BİNGÖL