CEMAAT DEĞİL CEMAATTAN YANA OLMAK
Osmanlı’nın son devirlerinden beri, her müsbete “grup, cemaat” taassubu namını takanların muradı ne ise, “körü körüne inad”ın ırkçılık ve unsuriyetçilikten  farkı yok.
Bazıları, tıpkı “milliyet” mefhumu gibi, bunun da “müsbet” ve “menfi”sinin bulunabileceği zannına düşer ama zorlama bir teville –ya da tekellüflü tevil-, öyle düşünecek ya da öyle düşünmek işine gelecektir!..
Halbuki Risaleinur'da (Mektubat, 540) “menfi ve müsbet” olarak ayrılan husus “milliyet”tir; “milliyetçilik” değildir. Eğer o “bazıları”nın "suyunun suyu nevinden" tefsirleri doğruysa, müsbet ya da menfi özelliğe sahip mefhum “cemaat ve grup”tur; “cemaatçilik ya da grupçuluk” değildir.
Üstad Bediüzzaman  Münazarat ve Lemaat gibi eserlerde “hizip”lerin tek çatı altında toplanmasının insanı“atâlete”, vurdumduymazlığa itebileceğini der.
İfadenin siyam-sıbakına bakar ve fili târif eden körlerin hamakatine düşmezsek, oradaki “hizip” mefhumunun “ehl-i hak” olan “amelî mezhepler” mânasına geldiğini görürüz. Mesele, 20. Lem’a’da daha da vuzuha kavuşur. “Ehl-i hak” mezheplerin alt “birimleri” olan diğer mesleklere kadar iner. 
“Ey ehl-i hak! Ey hakperest ehl-i şeriat ve ehl-i hakikat ve ehl-i tarikat! Bu müthiş maraz-ı ihtilafa karşı birbirinizin kusurunu görmeyerek yekdiğerinizin ayıbına karşı gözünüzü yumunuz.”
Okuyucu takdir eder ki ki bahsedilen bu “ayıp”, dinî ve imanî kıymetlere karşı işlenen “inhisarcılık, batıl hüküm verme, hakikatı tersyüz etme” gibi – Üstad’ın tâbiriyle- “cinayât-ı azime” değil, ferdî günah ve amel eksiklikleridir.
Nur Üstad, 20. Lem’a’da ne buyurur; “ Belki ehl-i hakikat, hakikatten gelen uluvv-i cenap ve uluvv-ü himmet (yüksek hamiyet hissi) ve tarik-i hakta (hak yolunda) memduh olan müsabakayı tam muhafaza edemediklerinden ve nâehillerin girmesi yüzünden bir derece su-i istimal ettiklerinden, rekabetkârane ihtilafa düşüp hem kendine, hem cemaat-ı İslamiye’ye ehemmiyetli zarar olmuş.” (Mektubat, s:384)
Dikkat edilirse burada, Üstad’ın eserlerinde geçen “cemaat” mefhumunun da târifini bulursunuz:
 “ Cemaat-ı İslamiye.” Yani İslamî cemaat; yani İslam müntesibi mü’minlerin hepsi bir tek cemaattir, “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” mefhumundan da anlaşılabilir bu. Bu büyük daireye “hizmet” için ayrı “içtihadi” değerlere sarılmış, metod farklılıkları olan “grupların” varlık realitesi, tıpkı Hucurat Suresi’nin 13. Ayet- i Kerime’sindeki “kavim” târifi gibidir.
Kavmiyet bir realitedir ve meşrûdur, ama “kavmiyetçilik, ırkçılık” yasaktır; bir “Cebbetü-l cahiliyye”dir. Bu ayrı grupların “maksatta ittifak”ları, “azami müştereklerde” ittihad etmeleri de hedef diye gösterilmiyor mu Risale’de?
Üstad Hazretleri “ittihad cehil ile olmaz.” diyor. Bunun ne mânaya geldiğini de çok beyanıyla da izah ediyor. “ Ümmet-i İslamiye’nin ahkâm-ı diniyede – dinî hükümlerde- gösterdiği teseyyüb ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur:
Erkan–ı İslam’ın ve imanın rükünleri- ve ahkâm-ı zaruriye ki, – yüzde doksandır- bizzat Kur’an’ın ve Kur’an’ın tefsiri mahiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilafiye ise, yüzde on nisbetindedir. Kıymetçe mesail-i hilafiye ile erkân ve ahkam-ı zaruriye arasında azim tefavüt (fark) vardır. Mes’ele-i içtihadiye altun ise, öteki birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütununu on altunun himayesine vermek, mezcedip tabi kılmak caiz midir?
Cumhuru bürhandan ziyade me’hazdaki kudsiyet imtisale sevkeder. Müçtehidinin kitabları vesile gibi, cam gibi Kur’an’ı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı.” (Asar-ı Bed’iyye, s.140)
Metni dikkatlice okursak, bahsedilen “ilm”in nelerden müteşekkil olduğunu anlarız. Kur’an-ı Azimüşşan ve “Kur’an’ın tefsiri mahiyetinde olan sünnet- hadisler” olduğunu bedahetle görürüz. İhtilafımızın sebebi de bunlardan cehaletimizdir, Risale-i Nur’u “müsteşriklerin Mevlana Hazretlerine baktığı gibi” anlamamızın – yani anlamamazın- sebebi de bu cehalettir. “İttihad cehil ile olmaz” çünkü.
“Ümmet-i İslamiye”yi (asm) ihtilafa sürükleyen hallerden biri de – kabul edilmelidir ki- gıybet ve – hizmetin istikameti için denilerek(!)- topluca yapılan koğuculuktur. Hadis-i Şerif mâlum. Hani bir Sahabi’ye buyuruyorlar. “İnsanı Cehenneme yüz üstü sürükleyen şeyi söyleyeyim mi?” Eliyle dilini göstererek, “İşte buna hâkim olamamaktır.” diye izah buyuruyor. (Evkamekal) Biz bu mânadaki emirleri sadece gıybet etmemek şeklinde anlıyoruz. Elbette şümulünde o da var ama temel talimatın , “ dil ile imanın zıddına ve afâki teviller”le söz söylemek olduğunu Hadis müfessirleri beyan ediyorlar. (Mesela İmam-ı Nevevi.)
O ideal itifakın önündeki en büyük mani de müminin derdiyle dertlenmemek, “benden değil ya” yavesi ile müminler iman cihetiyle birbirlerini sevmediklerinde ya da “Müminin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” hadislerinin (evkamekal) zıddına gitmek, “Kabe hürmetindeki imana, çakıl taşları kıymetindeki cüzi kusuratı tercih etmemek de başka bir handikaptır “ittihad-ı kulub”un önündeki.
Farz-ı muhal, temaşasını yaşadığımız şu manzarayı seyretmenin tadına doyum olur mu?.. Ortada keremli Ka’be, çevresinde (elektronlar) gibi tavaf eden melekler ordusu mü’minler; pervaneler misali… Hepsinin dudakları kıpır kıpır, kalplerinde “Ka’be hürmetindeki” iman; yüreklerindeyse “ Develeri Kusva’nın üzerinde iki büklüm ve dudaklarında binlerce şükür, binlerce istiğfar”la, saçaklı, siyah ve softan sancağının dalgalanışı altında, başını dünya hayatında secdeye koyduğu “Minber Şehir” Mekke’ye giren Efendiler Efendisi’nin (asm) hasreti…
“Bir insan… Tek başına… Ne muini var, ne yardım edeni; ne saltanatı var ve ne definesi… Meydana çıkmış… Bütün dünyaya karşı mübareze ediyor.…Ve umum insanlara hücum etmeye hazırlanmıştır… Ve omuzlarına küre-i arzdan daha büyük bir hakikat almıştır.” (İşaretü’l-İ’caz)
Kabul edersin ki bu yalnızlık aslında tam bir beraberliktir; dünyadan bin, yüz bin, milyon kere daha büyük küreleri “Ol!” emriyle Vareden, “Dön!” emriyle harekete geçiren Celal Sahibi Rabb’in “Vekil”liğiyle tam bir huzura dönmüştür.
“Mescid mü’min, minber mü’minTaşardı kubbelerde tekbirDolardı kubbelere AMİN!”Dualar, niyazlar…
Bilirler ki “Dua mi’minin silahıdır. “Ka’beyi ve Nebevi Mescidi” doldururken göz ve gönüllerine, hayallerine Aksa Mescidi ve hemen yanındaki, altın sarısı kubbesiyle Sahra Kubbeli Mescid görünür. Gözleri yaşarır; Allah’tan yana yakıla yeni bir Selahaddin Ordusu talep ederler; İman ve irfan ordusu…
Erguvan Yayınları’nda çıkan “ Nur Üstad” kitabımda şöyle bir değerlendirmem var: “Geçmiş gün; galiba Tasvir’de neşredilmiş ifâdelerdeki gibi maddî ve fâni vücudunuz bizden ayrılalı çok olmuştu, ama “ baharla içiçe” olan hedefe varmak için “ yol açıcı” olacak kadar bize yakındınız.
…Ve hep, hep, hep önümüzdeydiniz; adım ayarlayıcımız, yol ve istikamet göstericimiz, hedef tâyin edicimizdiniz; hayatınız ve Siz.Ama ah biz, ah biz!Bırakın yaşamayı, anlamayı bile beceremedik Sizi.Oysa bahtiyar seherlerde idrâk zirvesine tırmanmayı kurmuştuk, okumalar, ezberler, dinleme gayretleri, satırlar boyu notlar, müsveddeler, dikkat çekici imler…Silinip gitmiştik bir büyük vebalin altında. Yine de ümitliyiz sizin gibi… Erek Dağı’ndaki münzevî yaşayışınızda eski talebelerinize dediğiniz gibi tıpkı:“Korkmayınız, ders verdiğim imanî ve Kur’anî yoldan arkamdan geliniz. Ebedi saadet ve selamete erişeceğinizi tekeffül edebilirim. Yalnız ahde vefa gerek. Bu yakînî kanaatım, hususi bir İnayet-i Rabbaniye’ye binaendir.”
Maddeten yanımızdan ayrılalı gönül ülkemiz harebezârdan beter, derme çatma barakalarla istila edildi ruhumuz… Bunlar, bize şahâne birer saray diye takdim edildi. Kopkoyu duman bulutları kuşattı çevremizi; göklerimizi bile…” ( Eminler M. Nuri, 47 Yıldır Mezar Yeri tartışılan Nur Üstad,s: 23)Risal-i Nur gibi gibi birleştirici ve “ bu asırda bir mu’cize-i Kur’aniye” eserlere ihtiyacımız her zamankinden daha fazla. Ama onu Kur’an ve Hadis istikametinde, Hazret’in yazdığı kelimelere kendi ilmî zaviyemizden bakarak, onun bunun indî tevillerine kulak asmadan, bir külliyat bütünlüğü içinde anlamak ve anladığımızı da eğip bükmeden, “çağdaş yorum” gibi laflarla reforme etmeden yaşamaktır.
Geçen gün bir sohbette, bir arkadaş, 1920’de Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır’a gitmeden önce yalısını, bütün müştemilatıyla ve maddî ihtiyaçlarını da tekeffül ederek Üstad’a hibe etme hâdisesini hatırlattı. Şu anda kim olsa, böyle hizmet için vakfedilen bir binayı kabulde tereddüt göstermeyeceğini hatırlattı da Akif’in mısraını hatırlamadan edemedim: “Din de kürkün aynı olmuş, ters çevirip giymişiz.”