Bir adam... Bir kuyu... Bir taş...
Yumru yaptığı avucunun içinde tatlı bir acı hissediyordu. Elinin ayasında sımsıkı tuttuğu, onun için ekmek gibi su gibi azizdi.
Olanları düşündükçe, yağmur suyunun içine sönen araba lastiğini andıran göz çukuruna usul usul süzülen damlalar birikti.
Ürkek adımlarla yaklaştı. Sessizce ilişerek oturdu.
Gözünün çanağında biriken damlalardan biri kuyunun içine düştü. Bir damla bin damla oldu ve dipsiz kuyunun suyu yükseldi.
Sudaki suretini gördü.
Bir gecede, başak sarısı saçları değirmende öğütülmüş un gibi olmuştu; bembeyazdı...
Haklıydı, kolay değildi; kim bilir kaçıncı deliydi bu kuyunun başında oturan... Sonuçta günahsız da değildi ilk taşı atabilecek cesareti olan...
"Bir bakraç salsam kaç kilo (kirli taş) çıkar, hatta kaç ton?" diye düşündü.
Oturduğu yerde ruhuna işleyen soğukluğu hissetti. Taşları bağrına basan şu kuyu da taştan değil miydi?
Yüreğinden göz pınarlarına akan şelale bir anda kuruyunca, kuyudaki bin damla da çekiliverdi.
Elini kalbine götürdü.
Şimdi artık daha net görüyordu dipsiz sandığı karanlığı...
Taşların her biri sert, soğuk ve mattı.
Tıpkı kibri ve egosu gibi...
Artık veda zamanı gelmişti.
Arınma zamanı idi...
Kurtulma zamanı...
Yumru yaptığı avucunu açarken, ağırlaşan omzuyla yorgunluğunu hissetti.
Yara bere içinde kalan uyuşan parmaklarını zorlukla araladı.
Tıpkı baskı yapan hırsı gibi...
Keskin bir nişancı edasında göz bebeklerini kuyunun dibine odakladı; avucunun ayasındaki kirli ve sivri uçlu taşı hedefe doğru bıraktı.
Erik rengi gözleri bir anda parlamaya başladı.
Zümrüd-ü Ankâ misali hafiflemişti.
Ne karanlık kalmıştı ne de soğukluk...
Cennet yeşili olan kuyudan bir sabâ rüzgarı esiyordu: "Es-Salâtü hayrun mine'n-nevm" (Namaz uykudan daha hayırlıdır!)
Dipsiz kuyuların gafletinden, zümrüt aydınlığına ulaşmanın ve uyanmanın felâhıyla, elini şükürle atan kalbine götürdü.
Teşekkür ederim Allah'ım!