TABULAR VE TEORİLER
Hayattaki gerçekleri, ahmaklar engeller.
Bireyin alışkanlıkları olduğu gibi, toplumların da alışkanlıkları vardır.
Kolektif bir inanış etrafında biçimlenen bazı toplumsal alışkanlıkların faydalı yanları olduğu gibi, bazen de toplumun faydasına olabilecek olumlu bir değişimin önünü tıkayan yine kolektif bir direnç geliştirebilirler.
Yerleşik ve kökleşmiş paradigmaları değiştirmek pek kolay değildir.
Bireyin bir olumsuzluğu algılama ve buna göre kendisini koruma refleksinin hızı ile toplumun algı düzeyi ve kendisini koruma refleksinin hızı farklı dinamikler sebebiyle birbirinden farklı bir seyir takip eder.
Bireyin kendi bünyesinde bir değişim başlatması için empirik bulgular yeterli olsa da, toplumun bu değişimi başlatabilmesi kolay değildir.
Toplum, kolektif hafızasında duran kalıp halindeki bir takım doğmalar/naslar nedeniyle bu değişimi zorlukla gerçekleştirir.
Bireyin değişim talebi ve hızı ile toplumun değişim hızı ve talebi arasında bir senkron ve eşgüdüm kurulabilmesi sosyo-psikal bir sürece içkindir.
Önsel bilgilerimiz (A priori) bize bazı şeyleri doğrudan iletir.
Buna karşılık olarak, sonsal bilgilenme (A posteriori), ancak deneyimlenmiş ve böylece duyular vasıtası ile de algısal bir süreçte ulaştığımız/elde ettiğimiz bilgiler kümesini oluşturur.
İnsanoğlu bu sarmal döngü içerisinde kimi alışkanlıkları ve de kolektif toplum hafızasının bir kısım arkaik/iptidai doğmalarının kuşatması dolayısıyla, bir bilgi, kanıtları ile birlikte ileri sürülse dahi, bu gerçeği kolay kolay kabul edemez.
Bu ise, ortamı kangrenleştirerek ölümcül sonuçların ortaya çıkmasına yol açabilecek bir probleme dönüşebilme potansiyeli barındırır.
Bu hafta sizlere bu duruma uygun düşen, yaşanmış gerçek hikayeden bahsetmek istiyorum.
SEMMELWEIS REFLEKSİ
"Ellerinizi yıkayın!" demiş olan ilk doktor Ignaz Semmelweis’in trajik öyküsü, yukarıda izah etmeye çalıştığımız tezlerimizin temelini oluşturmaktadır.
Uzmanların ve otoritelerin ‘ellerinizi yıkayın’ uyarısına yeniden denk gelmeniz birkaç dakikadan fazla sürmüyor.
‘Elleri sabunlu suyla yıkamak’ koronavirüs mücadelesinde bütün otoritelerin net şekilde hemfikir olduğu konulardan biri. Ancak, çok değil, 170 yıl kadar önce bunun ne kadar önemli olduğunun tıp otoriteleri bile farkında değildi. O günlerde bir doktorun insanlığa ‘el yıkamanın hastalığı önlemedeki önemini’ kabul ettirme mücadelesi, tımarhaneye kapatılması, ve dövülerek öldürülmesiyle sonuçalanacaktı.
Macar doktor Ignaz Semmelweis, Viyana’daki doğumhanede 1846’da işe başladığında, birçok hamile annenin ölümüne neden olan ve henüz gizemi çözülmemiş lohusa humması en büyük tehdit haline gelmişti. Doğumlara yardım eden doktorlar arasındaki ölüm oranı da oldukça yüksekti. Birçok anne, ölümü doktorların neden olduğuna inandığı için bu gizemli hastalığa ‘doktor salgını’ diyordu. Ve doğumhane yerine ebe evlerinde doğum yeniden tercih edilmeye başlanmıştı.
Ölümlerin nedeni hakkında yoğun şekilde araştırma yapan Doktor Semmelweis, hummadan ölen bir meslektaşının hastalanmadan kısa süre önce bir humma kurbanına otopsi yaparken parmağını yaraladığını öğrenince, sorunun yanıtını bulmuş gibi hissetti. Doktorlar hummalı kadınlara otopsi de yaptıkları için kendileri de hastalanıyor, sonradan doğumuna yardımcı oldukları diğer hamile kadınlara da hastalığı bulaştırıyordu. Ama öte yandan ebelerin, hummalı vakalara otopsi yapmadıkları için hastalığın yayılmasında rolleri olmuyordu. Semmelweis, doktorlara ellerini iyice yıkamalarını ve tıbbi gereçleri, klorin-kireç yağı (kalsiyum hidroksit) karışımı solüsyonla yıkamaları talimatı verdi. Lohusalık humma vaka sayısı bir anda keskin şekilde düştü. Haklıydı.
Birkaç yıl sonra teorisini, Viyana Tıp Cemiyetine sunduğunda ise meslektaşlarından sert eleştiriler ve tepki gördü. Doktorlar, bu açıklamayı, kendilerinin temiz insanlar olmadığını ima ettiğini ve o günlerde kabul gören geleneksel hijyen kurallarına saldırı gibi algıladı. ‘Doktorlar, nasıl ölümün sebebi olabilir ki?’ diye sordular. Sonraki süreçte Semmelweis’in bulgularını tıbbi yayınlarda yayınlamasına bile izin vermediler.
Ölüm oranındaki açık düşüşe rağmen Viyana Doğumhanesi bile eski uygulamalarına geri döndü. Bu durumdan büyük ızdırap duyan Dr Semmelweis, 1850 yılında üniversitedeki işinde de kendisine diğer doçentlerden farklı kısıtlamalar getirilmesi üzerine istifa ederek ülkesi Macaristan’a döndü. Peşte’de bir doğumhanede işe başladı ve orada da ölüm oranının azalmasına sağladı. Ancak, yine de o günkü tıp dünyasına el yıkamanın önemini kabul ettirememenin derin üzüntüsü ve hayal kırıklığı ile sinir krizleri geçirmeye başladı. Çoğu insan ona delirmiş gözüyle bakmaya başladı. 47 yaşında olduğu 1865 yılında bir akıl hastanesine konuldu. 14 gün sonra hastanede ölü bulundu. Akıl hastanesindeki bekçilerin dövmesiyle yaralanmıştı. Enfekte olan el yarasının neden olduğu kangren ölüm nedeni olarak kayda geçti. İki gün sonra 15 Ağustos 1865 günkü cenazesine sadece sadece 10 kadar kişi katıldı.
Semmelweis’in Peşte Üniversitesi doğum kliniğindeki görevine János Diescher atandıktan sonra ölüm oranı aniden yüzde 6 arttı. Ancak Macaristanlı doktorlar bu konuda sessiz kaldı ve nedenleri üzerine araştırma yapmadı. Ta ki 20 yıl kadar sonra Fransız bilim insanı Louis Pasteur, Semmelweis’in gözlemlerinin de katkısıyla ‘mikrop teorisi’ni ortaya atıncaya kadar… Semmelweis’in çalışmaları üniversitelerde ilgi görmeye başladı.
Dr Semmelweis’in ‘ellerin yıkanması’ şartının gördüğü reaksiyon, sonraki yıllarda, yerleşik normalara, kabullere ve paradigmalara uymayan yeni bir görüşü, refleksvari bir şekilde, dinlemeden anlamaya çalışmadan hemen reddetme eğiliminin, Semmelweis Refleksi diye nitelendirilmesine yol açtı.. Bu nitelemeyi ilk kez, ‘Hayat Oyunu’ kitabında, Amerikalı romancı ve yazar Robert Anton Wilson yaptı.
Zihinsel akıl yürütmelerimizi (uslamlama) doğmatik ablukalardan kurtardığımız ölçüde doğru bilgiye ancak erişebileceğimizin ayırdına vardığımızda, gerçeklerle daha barışık bir hayat sürebilmemizin önünü açmış olduğumuzun da farkına varmış olacağız, vesselam!