ALİ İLE ALİYE ÖĞRETMEN
Yıl 1997 Bursa’ya tayin istedim, kenar mahallede bir ilkokula verdiler. Okulda benim gibi on sekizinci yılını çalışan karıkoca öğretmen daha gelmişti. Son on yıllarını Batman’ın bir köyünde çalışmış; hem para hem de puan biriktirmişlerdi. Biriken paraları ile iyi bir semtten 150 metrekare bir arsa üzerine üç katlı bir ev yapıp, biriken puanlarıyla da tayin yaptırıp Bursa’ya gelmişlerdi. Benimle aynı yaşta olduklarından, aynı günde göreve başladıklarından artık onlar benim tertiplerim ve dostlarımdılar.
Ali’nin ilk tayini Bingöl’ün bir köyüne çıkmış tek öğretmen olarak bir ay çalıştıktan sonra Aliye yanına ikinci öğretmen olarak atanmış. İsim benzerliği, kaderin zorlaması, ateşle barutun bir arada duramaması, köyde de dedikoduların yayılması nedenleriyle iki ay geçmeden evlenmek zorunda kalmışlar. Her şey kader tarafından ayarlanmış, onlara da kaderin oyununu oynamak düşmüştü. Bu öyküden de anlaşılacağı gibi bu bir aşk evliliği değildi.
Ali öğretmen; pos bıyıklı, yıllarca yiyip yiyip tembel tembel oturmanın semeresi hiç gitmeyen göbeği, yüzünde; sınıf öğretmenliği babacanlığından yapışıp kalan tebessüm, ‘ sıkma canını her iş olacağına varır’ kalenderliği olan sevilen biriydi. Eşi Aliye öğretmen; esmer yüzünde daha esmer çilleri olan, kocasından uzun boylu, Kırşehir yöresinin şivesini asla terk etmeyip ihanet etmeyen bir dili olan biridir. Kocasından bulaşan iyimserliği, her sabah giydiği önlüğünün cebinden çıkarmadığı ellerini sadece tebeşirle tahtaya yazı yazarken çıkaran, güler yüzlü, bir problem çıkınca yöresel şivesiyle: “Amaan hocam norecaan!” dedikten sonra sözlerinin anlaşılmayacağını düşünerek yineler; “Amaan! Hocam napacan! Takma kafaya her iş olacağına varır.” diyerek ortamı yumuşatan bir öğretmendi.
Birlikte iki yıl çalıştık. Puanımız il içi tayinde yeterli olduğundan daha merkezi okullara tayin istedik birbirimizden habersiz. Ali bey, Bursa’nın en gözde okullarından birine gitti. Ben de evime yakın bir okula atandım. İlk göreve başladığım gün baktım Aliye Hanım da benimle aynı okula gelmiş. Bu birbirimizden habersiz yapılan tayinle ikinci kez tertip olduk. Onun da benim de okulda tanıdığımız hiç öğretmen yoktu. Doğal olarak dayanışma içine girdik.
İdareciler geçen yıldan istiklal Marşı’nı söyleten öğretmen tayinle başka okula gidince “İstiklal Marşı’nı kim söyletecek?” stresini yaşarken Aliye hanımı buldular. Aliye hanım karşıya geçti. Eline aldığı mikrofonla: “ Ses veriyom; Gorhma sönmez..” deyip öğrencilerin katılımını sağladıktan sonra mikrofonlu elini de yana getirdikten sonra hazır ol vaziyetine geçerek- bineceği arabaya önce iterek hız verip yürümeye başlayınca arkasına atlayanlar gibi- hızını alan öğrenci korosunun üzerine binip marşı söylemeye başladı. Artık okulun kadrolu İstiklal Marşı söyleticisi olmuştu. Hatta ileri doğru öyle ustalaştı ki sadece ilk dizeyi çocuklarla söyleyip ağzını kapatarak hazır ol vaziyette yönetirdi törenleri. Altı ay Aliye Hanım’ın yönetiminde yürüdü tören.
Bir pazartesi baktım Aliye Hanım gelmemiş. İçimden, “Herhalde idareciler söyletir.” diye geçirirken sarışın mavi gözlü müdür yardımcısını birden yanımda gördüm irkildim.
“Aamet hocam istiklal marşını bu gün siz söyletir misiniz? “demez mi? Emir demiri kestirir. Ben karşıya geçip mikrofonu aldım. Aliye Hanım’ın ince, narin ve kanıksadıkları sesine alışkın olan öğrenci ve öğretmenler benim; kalın, tok ve çatallı sesimle irkilip karşıya baktılar şaşkın;
“Ses veriyorum: Koorkkma söönmeez!...” bir elimle mikrofonu tutarken diğer elimle de müzik dersimize giren Şemsettin öğretmenden öğrendiğim dört dörtlük ölçüde, havada seri artılar çizen elim de herkesin dikkatini çekti. Hava lodosluydu. Gerek lodos gerek rahat durmayan kolum nedeniyle iliği gevşek ceketimin düğmesi çözüldü. Farkındayım ama düğmeyi ilikleyip, iki yakayı bir araya getirecek durumda değilim. Marş bitene kadar ceketim, bayrakla dalgalanma yarışını sürdürdü.
Cuma akşamı Aliye Hanım geldi. Onun gelişine mutlu olmuştum ki, bu sefer göbekli genç muavinin sesi duyuldu hoparlörden: “Ahmet bey buyurun hocam.” Hızlı adımlarla karşıdaki yüksek yere giderken içimden; “İyi söyletmişim ki okulun kadrolu İstiklal Marşı söyleticisi oldum” düşüncesi geçti. O okuldan da iki yıl sonra il içi tayin isteyip ( puanım çok beni geçecek öğretmen yok) yeni aldığım evin yakınındaki okulda göreve başlayana kadar istiklal Marşı törenlerini ben yönettim.
Öğretmenler kurulu toplantılarında bazı öğretmenler hiç konuşmazken, kimisi eğitim öğretimi daha iyi hale getirmek için yapılacaklarını sıralar coşkulu bir şekilde. Kimi öğretmenler de müdürü sıkıştırmak için problemleri not ederlerdi kafalarına. Toplantıda okul müdürünü köşeye sıkıştırırlar, köşeye sıkışan müdür kedi gibi etrafına pençeler atmaya başlardı doğal olarak. Toplantıda sert tartışmalar, karşılıklı suçlamalar olurdu. Öyle durumlarda Aliye Hanım araya girer:
“ Amaan hocalarım norecaniz napacanız? Bir birinizi gırdığınızı daamez. Boş virin. Müdür bey sen, bizi na faat(vakit) pikniğe götürecaan onu söyle?” deyince kavga eden çocuklar babalarını görünce hiçbir şey olmamış gibi beklerler ya; onun gibi Aliye Hanım olaya el koymuş, büyük kavgayı önlemiştir. Müdürün piknik gününü söylemesiyle toplantı normal seyrine dönerdi. ‘Her okula bir Aliye öğretmen lazımdır’ diye düşünürdüm hep.
Aliye Hanımda da puan çoktu. O da evinin yakınındaki okula tayin istemiş. Kızımı beşinci sınıftan sonra başka okula kaydettirdim. Baktım Aliye Hanım o okula gelmiş. İnsanın çocuğunun okulunda bir tanıdığı öğretmen olması gibi yoktur. O’nun tanıştırması ile tüm öğretmenlerle tanışmış oldum.
Emekliye ayrıldım. Aradan on yıl geçti. Ali Bey’in de emekli olduğunu yolda karşılaştığım Aliye Hanımdan öğrendim. O da on yıl önce emekli olmuş.. Esmer benzi solmuş, biraz daha yaşlanmıştı. Hasta olup olmadığını sordum;
“İyiyim, bomba gibiyim. Görevimin başındayım.” dedi. Emekliliği düşünüp düşünmediğini sorunca: “Daha Ali de senin gibi genç yaşta emekli oldu. Sabahtan akşama kadar öküz gibi evde yatıyor. Temelli kilo aldı. Bir gün kalpten gidecek.” dedi.
Aradan üç ay geçti geçmedi duydum ki Aliye öğretmen ölmüş! Hemen evlerine koştum. Kocası Ali Bey evinin önüne bir sandalyeye oturmuş eline aldığı uzun bir çöple yerlere çizgiler çiziyor. Kum havuzuna harfler yazan öğrencileri gibi masum bakıyordu. Baş sağlığı diledim. Görevi başında vefat eden Aliye hanımı defnettik.
Aradan altı ay geçti. Belediye otobüsünde gördüm Ali Beyi. Yanına oturdum. Hoş beş, havadan sudan konuşmaların ardından;
“Ne yaptın Ali Bey evlendin mi?” diye sordum.
“Evet. Aliye’nin ölümünden üç ay sonra dul bir kuran kursu hocası kadınla evlendim.”
“Nasıl gidiyor? Mutlu musun? Yoksa Nasrettin Hoca fıkrasındaki gibi; senin Aliye, onun eski kocası ile dört kişi bir yatağa sığamıyor musunuz?” diye sordum da camdan dışarı bakarak:
“Ahmet hocam vallahi ben bu zamana kadar evli değilmişim. Bu kadınla evlenince evlilik neymiş öğrendim. Evli olmak böyle güzel miymiş!” demez mi? İşte bu dünya böyle bir yerdir.
ahmet.kocak16@hotmail.com