İĞNEYİ KENDİNE BATIRMAK
1789 Fransız İhtilali’nin etkileri Osmanlı Devleti’nde de görüldü. Cumhuriyete, ulus devlete geçmek isteyenler saray tarafından sürgün ve hapis cezalarıyla cezalandırıldı. Bu yaşananlar saraya karşı kin birikmesine neden oldu. Halkın kendi kendini yönetmesini isteyenlerden biri de Mustafa Kemal’di. Ülke savaştan perişan olup işgal edilince önce ülkeyi kurtardı ardından Cumhuriyeti ilan etti. Padişah yönetimine karşı biriken kinden yepyeni bir devlet kurdu.  Morallen çökmüş olan Türk milletinin moralini yükseltmek için; 
“Türk; öğün, çalış, güven”, “Bir Türk dünyaya bedeldir”,  “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözleri ile moral aşılamayı amaçladı. Bir avuç aydınla birlikte yaptığı devrimler, kısa sürede borçsuz kurduğu fabrikalar ve demir yolları ile donattı yurdun dört bir yanını. 
O dönemin yöneticileri eğitime çok önem verdiler. Büyük önder milletine muasır medeniyet seviyesinin üstünü hedef olarak gösterdi. İnanmış kadrolar, idealist devlet görevlileri uzun yıllar çalıştılar ülkemizi kendine yeter hale getirdiler. Sürekli ilerleme içindeydi tüm ülke. Bu kez de karşı taraf kin biriktirmeye, diş bilemeye başladı. 
Sonraki yıllarda Atatürkçü, çağdaş olduğunu söyleyen ama aslında kendinden başka bir şeyi umursamayan devlet görevlileri çıktı ortaya. Görev ve yetkilerini halkı soymak, küpünü doldurmak için kullandılar Osmanlı paşaları gibi. Gelen iktidarlar da seçim kazanmak için Atatürkçü gibi görünüp ilkelerinden tavizler verirken; ülke yavaş yavaş muasır medeniyet hedefinden sapmaya başladı. İleri gitmenin anahtarı laik, akılcı ve bilimsel eğitimdi. Eğitim rayından saptırıldı. Yetişen nesiller büyükleri gibi ülkeden çok kendi çıkarlarını düşünmeye başlayınca ülke bırakalım medeniyetin üstüne çıkmayı, eski seviyesini bile koruyamaz duruma düştü. “Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz.” diyen önderin aksine ülke şeyhler, dervişler, müritlerle doldu. Siyasiler oy uğruna onları görmezden geldi. Şimdi onların akla, mantığa sığmaz söylemlerini tartışarak medeniyet yolunda yerimizde saydık. Hatta geri gider duruma düştük. 
Günümüzde şeriat isteyenler bile var. Zaten şeriatı uyguladığını söyleyen ülkeler uçurumun dibinde debelenip durmaktadırlar. Göre göre o yola nasıl gidebilir bir ülke? Ne güzel, sizi yönetecek kadroları seçiyorsunuz. Dininizi yaşamanıza kimse karışmıyor. Devlet laik ve siz ibadetinizi özgürce yapıyorsunuz. Nedir sizi rahatsız eden? Yoksa “din elden gidiyor. Bunlar dinsiz kâfirdir ve katli vaciptir” diye korkutarak eleştiriden muaf olup;  insanları ezmeyi, soymayı, kırbaçlamayı, taşlayarak öldürmeyi mi düşünüyorsunuz?
Biz idealist Atatürkçü öğretmenler dağ başlarında mahrum köylerde, kasabalarda kentlerde Atatürk’ün ışığını Anadolu’ya yaymak için zorluklar içinde çalışırken yüksek görevlerde olanlar saltanat sürüyorlardı. Böylece bu günlere geldik? 
Atatürkçüyüm diyen birkaç insanın söylediklerini ve yaptıklarını yazarsam; neden iğneyi kendimize batırmamız gerektiğini anlatabilirim, diye düşünüyorum;
80’li yıllarda Parkta kızımı oynatırken büyük bir ilin valiliğinden emekli biri ile karşılaştım. Tanıştıktan sonra: “Ben Atatürkçü bir vali idim, falan etnik kimlikte olan insanları hiç sevmem. Özel kalemime tembih ettim; “falancalardan kim gelirse gönder gitsin” diye.” 
Vatandaşının bir kısmını sevmeyen, dertlerini dinlemeyen bir vali...
Kahvede Atatürkçü olduğunu,  hükümetten hiç hoşlanmadığını söyleyen emekli bir askerle dostluğumuz ilerlediği bir zamanda; 
“Valla hocam ülkenin her yerinde karakol komutanlığı yaptım. Öyle çok rüşvet yedim ki anlatamam.” Yaptığının yanlış olduğunu, devletin kendisine maaş verdiğini söylediğimde; 
“Vallahi ben zorla almadım. Kendileri gönüllü veririlerdi.” dedi ve hayretler içinde kaldım. 
“Kim bilir nasıl eziyet ediyordun ki kurtulmak için kendi elleriyle rüşvet veriyorlardı.” dediğimde verecek yanıtı yoktu ve çok Atatürkçü, ilerici olduğuyla devam ediyordu sözlerine.
Bir yere davet edilen o yerin ileri gelen memurları rakı balık atıştırırken kendisine getirilen hediyeleri ballandırarak anlatır başka biri.
 “Devlet sana yeterli maaşı veriyor ne gerek var hediye adı altında rüşvete falan” diyene; 
“Lan oğlum sende de hiç akıl yok. Çeşme akarken testiyi doldurmak gerek.” 
“İyi de hani biz muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkacaktık. Böyle giderse memleketi batıracaksınız.” dediğinde;
 “Boş ver memleket batmaz. Sıkıntı olursa asker var. O geri eski ayarına çeker nasıl olsa. Emekliliğinde şöyle deniz kenarında bir yazlıkta yaşamak istemez misin?”
Vatandaş, bu Atatürkçü görünümlü yöneticilerin elinden çok sıkıntılar çekti. Küçük görüldü, aşağılandı, işlerini yaptırmak için rüşvet vermek zorunda bırakıldı ama içinde de kin biriktirdi. Bu günlerde o kinin çok etkisi vardır. 
Vatandaşa, “Bunlar üç beş yerden aylık alıyor,  rüşvet yiyor” diyorsunuz, “hangisi yemedi ki?” diyor. “Çalıyorlar” diyorsunuz “Çalıyor ama çalışıyor” diyor, “Konuşanı hapse atıyor; adalet, eğitim yok oldu.” diyorsunuz “Siz ezerken, adaletsiz davranırken iyi miydi?” diyor ve tercihini değiştirmek aklından geçmiyor. Bu yönetimin özü görevini kötü yapanı kenara koyup yeni kadroları göreve getirmek değil midir?
Bu yazı çuvaldızı başkasına batırırken iğneyi kendimize batırma yazısıdır. Geçmişte yüksek görevlerde yönetici konumunda olan, çağdaş olduğunu iddia edenler, siz ezildikçe vatandaşın yüreği yağ bağlıyor bilesiniz. Biriken kinlerinin intikamını alan hükümetler çalsa da, çırpsa da, yalanlarla ülke ileri gidiyormuş gibi gösterse de hepsinden haberi olan vatandaş sırf sizi eziyor, siz rahatsız oluyorsunuz diye yetmiş yıldır sağcıları desteklemeye,  oy vermeye devam ediyor.  
ahmet.kocak16@hotmail.com