FAKİRİN KAYAK KEYFİ!
İlkokul üç veya dörtte okuyordum. Bir hafta sonu akranlarımla köyün bağlar tarafındaki dik tepeye kızak kaymaya gittim. Tepe oldukça dik ve zirvesine çıkmak en az on dakika sürüyor. Yaklaşık iki yüz metre yükseklikte bir tepe. 


O yıllarda ilkokulda okuyan hemen tüm çocuklar var. Bizden önce kayanlar, kaya kaya buzdan bir yol oluşturmuşlar sağ olsunlar. Ayağımda tabanı oldukça derin kertişleri olan botlar var. Tepe, ne kadar buz olsa da botlarım zeminde kayıp süzülerek aşağı kaymama izin vermiyor. 
O zamanlarda poşet, naylon, naylon leğen vb. şeyler yaygın olmadığından, evde çok işe yarayan, pahalı olan alüminyum leğenleri de annelerimiz kaymak için katiyen vermediklerinden ayakkabılarımızla kaymak zorundaydık. 


Bazı ilgili aileler çocuklarına oturarak kayılan kızaklar yapmışlardı. Kızağı olan çocukların havalarından yanlarına varılmaz, benden kızağımı isterler diye suratlarını asarak kayarlar, isteyen olursa da kesin reddederlerdi. Bazen bilye, artist kartı, ceviz, para, bisküvi arasına sıkıştırılmış bisküvi vaadi ile bindirenler de olmuyor değildi. 
Yirmi metre rüya gibi kayıp süzülüyorum, bir yere takılıp tepe takla yuvarlıyor, tekrar ayağa kalkıp kaymaya çalışıyorum. Kimi çocuklar lastik ayakkabılarının tabanını taşa sürte sürte dümdüz etmişler. Yukarıdan bir başlıyor hiç düşmeden gittikçe hızlana hızlana aşağıya kadar kayıyorlar. Kimileri de yeni alınmış, gıcır gıcır lastik ayakkabılarının tabanını anne ve babaları görmeden kızgın sobanın üzerinde eriterek kertişlerini yok edip onlarla kayıyorlardı. Ne kadar yalvarsak da ayakkabı değişmeye razı olmuyorlar. Tabandan zirveye on dakikada soluk soluğa çıkıyoruz, aşağı otuz saniyede iniyoruz. Yani otuz saniyelik zevk için on beş dakika eziyet çekiyoruz. Bizim kayak sevgimiz sevişmeye benziyor biraz da. 
Çocukları izliyorum. Pantolon paçaları buzdan çakıldaklar oluşturmuş, çakşırlı kuşlara dönmüş paçalarla yürürken ve koşarken çıngıraklı yılan gibi sesler çıkarıyorlar. Tam bir düzen tutturmuş kaymaktan zevk almaya başlarken; arkadan hızla, kontrolsüz gelen biri alttan vurunca tepe taklak yere düşüp, karlara tırnaklarımızla tutunmaya çalışarak zor durabiliyorduk. Hele de kızakla hızla gelen biri alttan hızla vurunca makatımızın üzerine hızla yere düşer, makatımızın kırılan çanağının acısı ile kıvrana kıvrana pantolonumuzun üzerinde kaymaya devam ederdik, bizi düşürenin kim olduğuna bakmadan. Zar zor ayağa kalkıp tekrar kaymaya çalışırdık. 
Ben baktım pantolonum ayakkabılarımdan daha iyi kayıyor artık oturarak pantolonumun üzerinde kaymaya başladım. 
Herkesin dudakları, burnu, elleri soğuktan morarmış, terli kafalardan havaya doğru buharlar, nefesle çıkan buharlara karışıyordu. O kadar üşümemize rağmen kimsenin şikâyeti yoktu. Ha bire tepeye tırmanma ve aşağıya kayarak inmeye yoğunlaşmış çocukların insanüstü gayretleri insanı hayretler içinde bırakıyordu.
 Öğretmenlerimiz bizim bu gayretimizi görse,” Keratalar, buradaki gayretinizin onda birini derslerinize göstermezsiniz!” diye düşünürlerdi.
Çok üşüsek, kaymaktan bıksak da uzakta olan tepeden köye tek başımıza gitmeyi göze alamadığımızdan yanımıza arkadaş ayarlamaya çalışırdık. Köye birlikte gitmeyi düşündüğümüz arkadaşlarımız tatmin olana kadar beklemekten başka çaremiz yoktu.
Her şeyde olduğu gibi artık yorgunluk ve soğuk bizi yavaş yavaş sıcak bir ortama gitmeye zorlardı. Köye dönecek arkadaş bulup, içi sudan ‘ vırç’ ‘vırç’ diye sesler çıkaran botların çıkardığı ritmik sesler ve vücut ısısıyla sürekli yaş olan pantolonumuzla eve hızla gelirdik. Eve gelip kızgın sobanın yanında ısınmamız sıkıntılarımızı azaltmaz çoğaltırdı. Soğuktan donmuş el ve ayaklarımız sıcağı görünce daha çok sızlar, daha çok acı verirdi. 
Çoğunlukla yedeği olmayan giysiler çıkarılıp sobanın borusuna monte edilmiş kurutma tellerine asılır ıslak giysilerimiz kurumayı beklerken pijamalarını giyen bizler epeyce bir zaman sonra normale dönerdik.


Vücudumuz dünkü maruz kaldığı zulme hastalanarak tepki verirdi. O kadar üşütmüşüz ki ayağa kalkacak halimiz yok. Ertesi gün okula gitmemek güzel de hastalık ondan beter. 


Tir tir titredikçe annelerimiz ha bire üzerimize kalın yorganlar atardı. Titremelerimiz, diş takırtılarımız arasında zorlukla ağzımızdan çıkan,” anne üşüyorum!” sözlü yalvarışlarımız sonunda annelerimiz bir yandan köz küreği ile sobaya kömür atarlardı. Ne yapsa üşümemiz, titrememiz bir türlü geçmek bilmezdi. 
Halbuki, çocuğun ateşi yükselmiş üzeri açılacak, alnına ve koltuk altlarına ıslak bez konulacak, yine ateşi düşmezse ılık su ile tıngır leğende ılık birkaç maşrapa su ile banyo yaptırılacak, daha da düşmezse ateş düşürücü verilecek ki ateşi düşsün. 


Bütün bunlardan habersiz annelerimiz biz üşüdükçe üstümüzü örter, sobayı daha da ateşleyerek bizim yüksek ateşten havale geçirmemiz için bilinçsizce çabalar dururlardı. Doktor yok. Anne babalarımız,  köyde Köy Enstitüsü mezunu sıhhiyenin çantasında her zaman var olan penisilin iğnesini vurdurmadan ayağa kalkamayacağımıza kanaat getirirse sıhhiyeye başvururlardı. İğneyi yiyince ancak ayağa kalkardık. Akıllanır mıydık? Hiç sanmıyorum. İyileşir iyileşmez soluğu yine o tepede alırdık.  12.01.2019                
ahmet.kocak16@hotmail.com