ÖZGÜRCE YAĞMURDA ISLANMAK
Suudi Arabistan-Cidde kent merkezinde Uluslararası Türk Okulunda çalışıyordum. 1999 2001 arasında üç yıl görev yaptım o okulda. Beş yıllığına görevlendirilmeme rağmen, dayanamayıp üç yıl sonunda dönüş dilekçemi verip; insanı güzel, iklimi güzel, özgürlüğü güzel, sanatı güzel… ülkeme döndüm.
Orası üç yüz altmış gün güneşli ve sıcak bir ülke. Yılın sadece beş günü bulutlu ve yağmurlu olur. Ailemi son yılımda Türkiye’ye gönderip yalnız yaşadım.
Her zamanki gibi klima gürültüleri arasında uyumuşum. Gece yarısı saat dörtte gök gürültülerine uyandım. Yağmur yağıyordu. Ben de bir sevinç! Türkiye’de de yağmur ve kar yağışını seyretmeyi çok severdim. Bura gibi yağmur kıtlığı olan bir ülkede olağanüstü bir olaydı benim için.
Lambayı yakmadan perdeyi ve camı açıp yağmurun şakır şakır yağışını izlemeye başladım. Biraz izledikten sonra, karşıdaki bir evden bir anne ile kızının da benim gibi yağmuru sevip mutlu olduklarını ve hatta benden de ileri giderek evlerinin bahçesinden sokağa çıkıp ıslandıklarını gördüm. Kadın ve çocuk gecelikleri ile çıkmışlar, ikisinin de başları açık. Bu ülkede, kadınların başları açık sokağa çıkmaları yasak ve suçtur. Yağmurla birlikte bu ikiliyi de izlemeye başladım. Onlar beni göremedikleri için yağmurda ıslanmanın ve özgürlüğün tadını çıkarıyorlar. Beş dakika sonra ne olduysa yılan görmüş mir ketler gibi acele evlerinin avlusuna kaçıştılar. Ben,” acaba neden kaçtılar?” diye düşünürken yanıt birazdan geldi, sokaktan geçti gitti. Taksi ışığını görüp kaçtıklarını anladım. Yine bu ülkede kadınların araba sürmeleri de yasak. Şoför erkek, kadının da başı açık olduğundan kaçmışlardı. Araba tehlikesini atlattıktan sonra yine çıktı ikili. Hoplayıp zıplıyorlar, o yana, bu yana kaçışıp yağmurda ıslanmanın mutluluğunu yaşıyorlar. Tekrar bir araba ışığı görmüş olmalılar ki üç, dört yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim kızıyla yine evlerinin bahçesine kaçtılar. Taksi geçtikten sonra bir daha çıkıp gösterilerine devam ettiler. Biraz sonra anne evin örtmesine gitti. Küçük kız sokakta oynamaya devam etti.
Bir süre oynayan çocuk araba farı görünce birden evlerine, annesinin yanına kaçtı. Araba ışığı görünce içeri kaçılacağını öğrenmişti. O arabada erkek var. Bu erkekler kaçılması gereken canavarlardır. Taksi gitti. Küçük kız yine çıkıp oynamaya, ıslanmaya devam etti. Taksi ışığını görünce yine içeri kaçtı ve bir daha çıkmadılar. Yorulmuşlar ve adam akıllı ıslanmışlardı besbelli. Ergenlik çağına gelmeyen kız çocukları bu ülkede de başlarını kapatmak zorunda değillerdi.
Üzülerek izlediğim manzaradan sonra ülkemde yaptığı devrimlerle kadın ve erkeği eşitleyen, başlarını kapama ve açma özgürlüğü veren, karma okullarda okuyarak erkeklerle omuz omuza çalışmalarını, özgür olmalarını, erkeklerden kaçmadan sokaklarda özgürce gezmelerini sağlayan Büyük İnsan Atatürk geldi aklıma. O zavallılara üzülmeden edemedim.
O küçük kız büyüyüp bir erkeği sevebilecek mi? Evlendiğinde mutlu olabilecek mi? Kim korktuğu, kaçtığı bir canavarla evlenip mutlu olabilir ki? Kendisine yasak olmadığını bilemeden erkelerden kaçması, saklanması gerektiği öğretiliyor körpecik yaşında. Okullarında da kız ve erkekler ayrı okullara gittiğinden, yabancı erkeklerin de kendi gibi eli ayağı olduğunu, güçlü, zayıf yönleriyle etten kemikten bir canlı olduğunu anlayabilecek miydi? Erkekler de kızların ellerine iğne batırılınca acıdığını anlayabilecek miydi? Yoksa kızlar bizim gibi değiller, onlara her türlü işkence yapılsa da acı çekmezler diye mi düşünüyorlardır.
…
Saçlarım uzamıştı. Her zaman gittiğim İskenderunlu berber Ali’nin iş yerine gittim. Berber koltuğuna oturdum. Tıraşa başladı. Berberlerin sohbetleri tatlıdır. Gece saat on bir olduğundan benden başka müşteri de yoktu. Her zamanki gibi sohbet etmiyordu. Ali başından geçen kötü bir olayın etkisindeydi. Yüzünden acı çektiğini anlayıp sordum:
- Ali ne oldu kıvranıp duruyorsun?
- Sorma hocam! Üç gün önce başıma bir felaket geldi?
- Hayırdır ne oldu?
- İki hafta önce içkili yakalandım. Hapse attılar. On beş gündür iş yerim kapalıydı. Yargılandım. Kadı bana iki yüz kırk kırbaç cezası verdi. Üç gün önce seksen kırbaç vurdular. Seksen kırbaçtan sonra bayılmışım. Hayatımda öyle bir acı çekmedim. Bu kırbaçlardan sonra ölürüm sandım. Ama ölmedim. Cezamın infazından sonra beni serbest bıraktılar. İki ay sonra yaralarım iyileşince seksen kırbaç daha vuracaklar. Dört ay sonra cezamı bitirmiş olacağım. Evde üç gün yüz üstü yattım. Aslında hiç gelmemem lazımdı ama evde usandım da bu akşamüstü dükkanı açtım. Soranlara hastayım deyip geçiştiriyorum. Eğer Arap müşteriler duysa bir daha bana selam bile vermezler. Sen yabancı değilsin diye sana anlattım. Aman kimseye söyleme hocam, dedi.
Ben kırbaç cezası, kelle kesme cezası verildiğini, namaz vakitlerinde asker zoruyla camiye götürülüp zorla namaz kıldırdıklarını biliyordum ama cezayı çekmiş canlı bir kişiyi görmemiştim. Tıraş bitince
-Ali usta sakıncası yoksa yaralarını görmek istiyorum, dedim. O da:
-Burada olmaz da iş yerinin arkasındaki odaya geçelim göstereyim, dedi.
Kapıyı kilitledi. Yabancı ve Arap esnafın namaz vakitlerinde camiye gidiyormuş gibi kapıyı içeriden kilitleyip mutavvadan (denetçi imam) saklandıkları arkadaki odaya geçtik. Ali sırtını açtı. Zaten kırbaç cezası yediğini anlattığında gözlerim fal taşı gibi açılmıştı, yaralarını görünce temelli hayretler içinde kaldım. Sırtında, baldırlarında kahverengi, kırmızı, mor renklerde kırbaç izleri, gri ve beyaz renkli iltihap izleri vardı. Çok üzüldüm. Yaralarının resmini çekmek istediğimde kabul etmedi.
-Olmaz hocam. Bu ülke çok tehlikeli! Çektiğin resimler herhangi bir yerde çıkarsa bu kez benim kellemi alırlar, dedi. Ben de hassasiyetini anlayıp ısrar etmedim ama resim hafızama kazındı.
Biraz sonra,
- Hocam sen burada yenisin. İçki falan da bulamıyorsundur. İstersen sana rakı ikram edebilirim! dedi.
- Ya Ali daha yeni kırbaç yemişsin daha akıllanmadın mı? Ne rakısı?
-Hocam bunlar bana ceza verdiler ama içki içmeyi bırakmayı düşünmüyorum. Daha da kızgınım. Türkiye de suç olmayan bir eylem burada suç. Ben Türkiye’ye de, Atatürk’e de kurban olurum. Orada iş bulsam buraya adımımı atmazdım. Hadi getireyim de içelim, dedi.
Bir litrelik pet şişede rakıyı getirdi sehpaya koydu. Ben sarhoş olurum da yakalanırım diye korktum içmedim. Ona,
-Ya Ali sen de içme yine yakalanırsın! dedim.
- Bu kırbaç acısının bedenimde ve ruhumda açtığı acıları ancak rakı ile azaltabiliyorum.
Birkaç kadeh içti.
-Hadi seni evine bırakayım. Sarhoş oldun. Yine yakalanırsın!” dedim. Yarım litrelik pet su şişesine rakı doldurup, dışarıda içerek arabaya bindi.
-Ali hala akıllanmadın mı sokakta bile içiyorsun?
- Hocam ben böyle pet şişeleri yanıma alırım yolda yürürken içerim. Herkes su içtiğimi sanır, dedi. Yolda giderken;
“Yasağa rağbet çok olur” derler doğruymuş. Bir suça kırbaç, kelle kesme, yarı beline kadar toprağa gömüp taşlayarak öldürme cezası bile verilse insanlar o suçları işlemeye devam ediyorlar. İnsanlık dışı ceza vermek yerine insanlar eğitilseler, ülkeler arasında göreceli suçları önlemek daha etkili olur” diye düşündüm.
ahmet.kocak16@hotmail.com
ÖZGÜRCE YAĞMURDA ISLANMAK
YORUMLAR