PSİKOLOJİKTİR CANIM

Çocukluk ve gençlik arkadaşlarıyla karşılaşıp söyleşmek pek tatlı olur. Söz bunalmaz akar gider. 
“Ee daha daha ne var ne yok?”  ve ya “Bugün de hava pek sıcak.” benzeri sıkıcı girişlere rastlanmaz. Hemen konuya dalınır; 
“Yahu Maksut şu senin derin hocalığını bir anlat da dinleyelim hiyerif.” denir, yüzüne gülümseme yayılan Maksut nazlanmadan anlatmaya başlar:

“Sen derin hoca dedin de aklıma geldi; geçen TRT Müzik kanalında Neşet Ertaş çıktı. Kendi çalıp kendi söylüyor; “Hep sen mi ağladın, Hep sen mi yandın? Ben de gülemedim yalan dünyada. Sen beni gönlünce mutlu mu sandın? Ah! Yalan dünyada, yalan dünyada, yalandan yüzüme gülen dünyada…” diyor. Ustanın rahmetli olması aklıma mezarlığı getirdi. Köyde yaşayanlardan birkaç tanıdığım kaldı. Tüm tanıdıklarım mezarda yatıyor. Bu türkü bitiminde yakınımda olan mezarlıktaki yakınlarımı, dostlarımı, köylülerimi ziyaret etmek istedim birden.”
“Yahu Maksut bırak şimdi mezarlığı falan sadede gel.”
“Sadede gelmek öyle kolay mı? Önce bir giriş yapmak, altını üstünü döşemek gerek. Neyse, Vizontele filminde annesinin sevdiği türkü radyoda çıkınca mezarlığa koşar Yılmaz Erdoğan. Uzaktaki mezarlığa tam vardığı anda türkü biter. Köyde deli olarak bilinen kahraman, kablolarla ses sistemi kurar eviyle mezar arasına. Annesinin sevdiği türkü çalmaya başlayınca düğmeye basar annesinin mezar taşına bağladığı hoparlörden türkü çalmaya başlar. Şu teknoloji ne harika bir şeydir? Nedense bu sahneyi anımsattı türkü. Benim ev mezarlığa bitişik olduğundan böyle bir şey yapmak istersem; radyoyu pencerenin önüne koyup sesini açmam yeterli olur. Kablo ve düzenek masrafım olmaz. Çoğu kişi mezarlık yakınında oturmaktan korkar. Aslında güzeldir. Örneğin babanın sevdiği türkü mü çıktı radyodan hemen mezar tarafındaki pencereyi aç, türküyü de sonuna kadar aç yattığı yerden dinlesin rahmetli.”
“Anlaşıldı sen konuya başlamayacaksın. Ne söylesek kar etmeyecek. Çocukluğundaki inadın tuttu. İlle başka konular anlatarak eziyet edeceksin. Sen bilirsin. Devam et.”
“Bizim karı yaşlandı. Yemek yapamıyor. Çoğunlukla lokantadan yiyorum. Bir de onun için paket yaptırıp eve götürüyorum. Yemekler çok pahalı. Ekonomik krize bakalım nereye kadar dayanacağız? Lokantada iki kişilik yemek parası ödüyorum. Bir tabak kendime, diğer tabağı başka müşteriye ısmarlıyormuşum gibi ödeme yapıyorum. Bir de hanıma alınca iki kişiyi doyuruyoruz. Diğer arkadaşların parasını ödüyorum ama onları tanımıyorum. Varsın olsun. Helali hoş olsun. 
Fırından kıymalı pide yaptırdım. Lokanta kadar pahalı olmayınca diğer arkadaşlara ayıp oldu ama bazen de öyle olsun canım. 
Hanımla yedik. Biri arttı. Eskisi gibi iştah nerede?  Soğuyunca pek tadı kalmıyor. Onu, akşam penceremden görülen bir taşın üzerine koydum. Belgesellerdeki gizli kamera çekimi gibi ışığı kapattım, perdeyi açıp izlemeye başladım. Belgeselciler kameraları ile deniz aşırı gidip, günlerce, aylarca bekleyip çekim yapıyorlar. Ben hiç yorulmadan, penceremden izleyebiliyorum. 
Bir kedi geldi. Kıymalı pideyi azılarına yanaştırmak için kafasını yana doğru çevirerek yemeye başladı. Çok sakin ve hiç acelesi yok. Sonra bir tilki hızla gelip bizim kediyi korkutup kaçırdı. Başladı yemeye. Onda kedideki sakinlik yok ama ağız yapısı çabucak mideye indirmesine engel oluyor. Aha işte başladı benim belgesel.
“Amma belgeselmiş ha!”
 “Evinde oturduğun yerden ancak bu kadar olur. Aslan, fil izleyecek değildim ya. Tilki öyle kibar yiyor ki, sormayın. Her lokmada ağzını peçeteyle silen İstanbul beyefendileri gibi, sivri dudaklarını sık sık diliyle temizliyor.  Et canlıların en sevdiği yiyecektir. Kokusunu kilometrelerce uzaktan alabilirler. Tilki küçük, sivri çenesi ile kem cuk kem cuk yerken birden yel gibi kaçtı. Sebebini biraz sonra anladım. İri bir kangaldan kaçmış. Kangal geldi bir lokmada mideye indirdi.  Vaziyet doymamıştı. Yalanarak sağa sola bakınırken dışarı çıkıp elimdeki ekmeği göstererek, “geh kuçu kuçu “dedim. Ekmeği gören o heybetli karabaş başladı kuyruğunu sallamaya. Öyle bir sallıyor ki gövdesi kuyruğuna eşlik ediyor. Bir parça koparıp attım. Gittikçe yakına atarak yaklaştırdım. Sonunda havaya atıp havada kaptırdım. Ekmek parçasını havadayken yakalayıp, “şlap” diye yutuyordu. Bu hareketleri kendisine hiç yakıştıramadım. Sen, zağar değil bir kangalsın. Havada ekmek kapmak nedir? Ekmek bitti. Sabah kahvaltıda yemeyi düşündüğüm son ekmekti. Çayı koyunca gider ilçeden alırım nasıl olsa.
Kangal, beni nasıl seviyor, nasıl ilgi gösteriyor. Karnını doydurup, işi bittikten sonra sıvışıp giden insanlara benzemiyor. Gelen, geçen, hiçbir tehdit olmamasına rağmen sağa sola havlıyor; 
“Burada karnımı doyuran biri var ve ben artık onu himayeme aldım. Sakın yaklaşmayın, yakarım!” diyor. İki metre uzağıma ön ayaklarını uzatıp yattı. Gözleri etrafı tarıyor…”
“Maksut bey bu gün anlatmayacaksın anlaşılan. Akşam oldu hüzünlendik biz biraz. İstersen yarın anlat.”
“Neyi?”
“Yazdığın muskayı.”
 “Unuttum vallahi. İyi ki anımsattın. Küçükken babam beni Kuran kursuna verdi. Bir yılda Kuranı hatmettim. Artık köyde derin hoca muamelesi görmeye başladım. Bir komşumuzun müzmin ağrıları oluyor, bir türlü geçmiyormuş. Babama, bir muska yazmamı söylemiş. Babam 
“Yazar tabi,” demiş. Adam geldi. Ona sırtımı dönüp kara kaplı kitapları karıştırdım, üğüllenerek (sağa sola vücudunu sallayarak) dualar okudum ve bir kâğıda kopya kalemle, Latin harfleriyle şöyle yazdım:
“Gayalardan gak da gel
Yılan ol da ak da gel
Ben yılandan korkarım
Hamaylını dak da gel.”
Kâğıdı katladım. Dualarım eşliğinde hazır olan siyah beze sarıp üçgen haline getirdim. Etrafını da siyah iple teyelleyip uzattım. 
Hasta adam muskayı boynuna astı sevinerek gitti. Bana ettiği duaların bini bir paraydı…
Birkaç gün sonra topludan (pencereden) baktım adam bize doğru hızlı hızlı yürüyerek geliyor. Beni aldı bir korku. Babam o yıllarda beni dövme işini ağabeyime havale etmişti. Abim de güzel döverdi, hiç acımazdı Allah’ı var. Artık adamakıllı bir dayağı göze alıp boynu bükük beklemeye başladım. Adam eve girdi; 
“Nerde o? Nerde o?” diye evde köşe bucak beni arıyor. Belki de o dövme şerefini ağabeyime bırakmayıp kendisi şereflenecek. Yanıma gelip elini uzatınca sakındım. Adam elime ayağıma sarılıp: 
“Maksut’um, yavrum, senin muska tüm ağrılarımı bitirdi. Senden Allah razı olsun!” demesin mi?”
 O sıra arkadaşlardan biri “psikolojiktir canıım “diye olaya bilimsel çerçeve içinde yaklaşım sergiledi.Maksut:
“Ya ne ya? Anlamını bilmeden kuranı ezberledim derin hocalığım o kadar. Şiiri Arapça yazmayı da bilmiyordum onu da Latin harfleriyle yazmıştım. Tabii ki psikolojiktir canım arkadaşım. Tabii Psikolojik.
ahmet.kocak16@hotmail.com